5 Kasım 2014 Çarşamba

YIKILIŞ- NURETTİN TOPÇU

    Ürpertici bir yıkılış anında yaşıyoruz. Tarih, tekerrürden ibaret olmadığı için, devrimiz geçmişteki musibetlerin tekrarı gibi anlaşılmamalıdır. Bugüne kadar dünyamızda parlayıp sönen medeniyetlerin kaderi kendi ateşini parlatmak ve yine bünyesinde sönmekten ibaret olmuştu. Ancak her medeniyetin bir kısım parıltıları sonrakilere de geçmiş ve onların çehresini aydınlatmıştı. Eski Hint medeniyetinden İslam dünyasına, Mezopotamya'dan Yunan düşüncesine aktarılan unsurlar bu sonuncuları zenginleştirmiş ve şahsiyetlerinin yoğrulmasında rol oynamıştı. Yunan'dan Avrupa'ya intikal eden unsurlar ise, Rönesans'la parlayan Batı medeniyetinin temeli olmuştur. Büyük tekniğe susamış olan XX. asır, sadece evvelki medeniyetlerden ayrılmakla kalmadı; evvelki medeniyetlerin bıraktığı rûhî ve ahlâkî temelleri yıktı. Batı'nın eşiğinde ona el açarak bekleyen Doğu dilencilerinin kendi tarihleri ile vâris oldukları gelenekleri, inançları, kaideleri, nasları ve örfleri asrın seli korkunç bir hız ve hırsla sömürürcesine devirmektedir.
    Aile kendi çatısı altında daha dağılmadan çürütüldü. Ana babalar, çocuklarının ahlakına istikamet vermek şöyle dursun, onların heveslerinin hizmetindedirler.. Evlâdının iç hayatını yoğurmak için en ufak emeği esirgeyen, sade onların ceplerine dolacak madde saadetlerini emel edinen aileler, kendi yavrularının katili olduklarını bilmediler. Onların kalp ve vicdan terbiyesi yerine beden hazlarına hizmet yolunda yarışanlar, Amerikan ve Alman tezgâhlarının teknik imkanlarını çıldırasıya devşirmek için atıldıkları hayat yağması sahnesinde ruhun değerlerini çiğnerlerken çocuklarına en berbat ahlak örneği verdiklerinin bile farkında olmadılar. Ömürlerini, otomobil denen bedenler sürükleyici demir kitlesini elde etmek emeliyle geçinenler, bu ruhsuz emellerini yaşattıkları çatının altında yavrularına şaki bir ruh aşısını yaptıklarından habersiz yaşıyorlar. Tövbelerle ve Allah'a yalvarışlarla dolan çatıların kalıbı çelimsiz, ruhu muhkemdi. Şimdi onların kütlesi azamet kazandı. Ancak ruhları bomboştur. Yavrusunun parlak istikbali için rüşvet, iltimas, tesir, parti kuvveti adını taşıyan her türlü şerir vasıtaları kullananlar, onlardan yarın için Hakk'a hörmet veya haya mı bekliyorlar? Yüzlerde tertemiz sevgilerle iffet mi aranıyor? Bütün hörmet duygularının öldürülmesi demek olan şımarıklık, yarınki hayat sahnesinin hakimi olacak çocukların ruhunda ibadet mi bıraktı? Hörmetsizliğin filizlendirdiği kibirle egoizmin hizmet ve hörmet duygularını yeşertmesi hiç mümkün olur mu? Çocukları dünyaya gözünü açtığı günden beri gülüşlerini bir demir kitlesinin emelleriyle karşılayan, onların bâkir ruhlarından sonsuzluğun müphem ümitlerini kazıyıp da üç boyutlu eşyanın sevgisini dolduran aileler, ruhun kanatlanması olan dua halini öldürerek içgüdülerinin terbiyesine terkettikleri yavrularından ne bekliyorlar?
    Okul ise, ruhuna hayat isteyen gencin gözünde hörmetle yaklaşılan kutsal bir mihrab olmaktan çok uzak, dışındaki hayatın sefil ihtiraslarının aşılandığı yer haline geliyor. Çoğu kere birer ticarethane olan özel okulla düşman kültürlerinin aşı yeri olan yabancı okullar ve kolejler, millet bağrının doğrandığı yerlerdir. Sanki Çanakkale, Türklüğü Türk çocuklarına unutturmak için açılan yabancı okullar adına, İstiklâl Savaşı da millet kültürünü satmakla beyinler çürüten özel okulların dâvası uğrunda yapılmıştı. Bunlar tıpkı sömürge memleketlerin, millet mazisiyle ecdadı unutturan esir maarifi gibidir. Amerika ile Almanya'nın yüksek ücretle köle çalıştıran emellerine çırak hazırlıyorlar. Çocuklarını bu esir mekteplerine vermek için boğuşurcasına gayret harcayan aileler, yabancı dilde öğretim yapan okulun yabancı millet okulu olduğunu, bunların yabancı millet ruhu yetiştirdiğini düşünmüyorlar bile. Millet ve ahlak değerlerinin çirkefler içine gömüldüğü ve kirli ayaklarla durmadan çiğnendiği bu yerlerde yetişen sömürge çocuğunun yüzünde hayâ, içinde vicdan mı kalacak? Ecdadın yüzünde parlayan güneşle kalbindeki aşktan onda eser mi bulacaksınız? Ahlak duygularının başında gelen hörmet ve hicab yerde çiğnenirken mihraba nasıl yaklaşılacak? Hep birbirlerini yemek ve hemcinsinin sefaletini kendi ikbâline basamak yapmakla yaşayabilen bu acayip canlının istikbâli saadet mi olacak sanki? Hayatın her temiz ve asil davranışını ticaretle denkleştiren, en büyük emeli devlet kapısına yüklenerek elini bütçe denen cerahat çeşmesinin bol akan tarafına daldırmaktan başka bir şey olmayan bu kokmuş insan seli millet hayatına ve insanlığa neyi getirebilir?
    İşlenen cinayetten aile de sorumludur. Görevini aşk ve ibadet diye yapmayı bırakıp da onun yerine iktidarı ve sözü geçerliği arayanların hepsi mesuldür. Gençliğini, bir yüksek makam sandelyesine tırmanma hırslarıyla geçiren genç nesillerin bugünkü çocukları da mesuldur. İnsan, köklerine başkalarının salacağı suyu bekleyen ağaç değildir. Pascal'ın tarif ettiği bu ''düşünen kamış'', kendi vereceği çiçeklerden yine kendisi sorumlu olan bir ağaçtır. Kendi halinin mesuliyetini yüklenmeyip de kabahatları sadece kendinden  evvelkilere yükleyen ve böylelikle hafiflemek isteyenler, yaşarken ölümü kabullenen ruhlardır. Biz, ızdırabı erkekçe çekmesini bilenlere bağlanıyoruz.
    Ruh yapısına irade yerine saldırtıcı intikam ve ihtiraslardan başka tohum ekilmeyen, dini bile aşka yabancı bir kin müessesesi haline getiren bu neslin geleceği kadar karanlık ve korkunç bir sahne tasavvur edilemez. Çaresi de bulunmayacak bir büyük felaket bu neslin nasibidir. her kirli şeyi temizleyen ateş gibi her zilleti, her türlü ruh sefaletini ve insanlığın bu derece alçalışını temizleyip ortadan kaldıracak kuvvet, elbette musîbettir. Bütün insanlığın görmeyen bakışlarla saldırırcasına vahşiyane yürüdüğü bu yolda kader kadar insafsız terbiyeci bulunmaz. Kendi hazırladığımız meş'um kaderimiz bizi güldürmeyecektir. Aşkımızı yeni bir hayat ile çiçeklendirerek cesaretle harekete geçmezsek kendimizin celladı olacağız. Kurtuluşun yolu, bütün hareketlerimize serpilen aşkın, isyana da konan ibadetin, son nefesimizi ebedîlik kasidesi ile besteleyecek ümidin yoludur.

                       Hareket, IV/43, Temmuz 1969. Kültür ve Medeniyet kitabından..

22 Şubat 2014 Cumartesi

Onlardan Bize Ne?

    Misafirimiz, kızını da beraber getirmişti. Genç kız, üniversiteye atacağı adımdan söz ederken, arkeolojiyi seçmek istediğini anlatmıştı.
    Kızcağızın bu hevesine karşı çıkacak herhangi önleyici bir söz söylemedimse de, şaşmaktan da kendimi alamadım. Asırlara mâlolmuş bu toprakların eski sakinleri tarafından kullanılmış ev eşyaları, çanak çömlek ve ilkel sanat eserleri artıklarını bulmak için zavallı Anadolu toprakları delik deşik edilmektedir.
    Bütün bu yorucu ameliyeden Türkiye'nin kazancı ne ola ki? Üç-beş sivri akıllı turistin gelerek üç-beş kuruş bırakması için mi?
    Aslına bakılacak olursa, batı, Türk topraklarında Selçuklu ve Osmanlı eserlerinden çok, târihin mezarına gömülmüş olan milletlerinin izlerinin meydana çıkmasını tercih etmektedir. Gelsinler. Ama gelip geçmiş asırların köhne izlerini görmek için değil, Türk'ün dünyaca hayran olunan Selçuklu ve Osmanlı armağanlarını görmek için gelsinler. Fakat biz hâlâ aklımızı başımıza alarak, zamanın tahribatına terk ettiğimiz o müstesna Türk eserlerini teşhir edecek itinayı gösterememekteyiz.
    Maalesef, toplum bilinci de devlete yardım etmektedir. Meselâ Kayseri'nin Çifte Medrese'nin kapısını taşlayarak kırmaya uğraşan çocukları görmezlikten gelen Kayserili ne büyük günah işlediğinin farkında olmuş bulunsaydı, çocuk bu cinayeti, babasından duydukları ile zâten işlemezdi.
    Hele Konya'daki o eşi olmayan harikulade Selçuklu Karatay ve İnce Minareli Medrese binalarının, üstüne titrenecek o muhteşem eserlerin tahribi hakkında halkın asla titiz olamadıkları da gene, maşeri anlayışın zaafından başka neye atfedilebilir?
    Almanya'dan gelen bir heyet, Karatay ve İnce Minareli Medreseleri'ni gördükten sonra hayranlıklarını açıklayarak:''İşte bunlar gençlere okumak şevki verecek örnek mekânlar!'' demişlerdi. Konyalılara gelince bunların her biri birer harabe, terk edilmiş, köhne bir binadan öte ne gibi bir değer taşımaktadır?
    Bizim, parasız misafir kabul eden hanlarımız, kervansaraylarımız ve hatta darüşşifalarımızla acaba batının menfaate dayanan anlayışı arasında bir benzerlik bulmak kabil midir?

    Şöyle samimiyetle düşündüm ve asla arkeolog olamayacağımı anladım. Belki de bunu, kendi eserlerimize gösterilen alakasızlığın verdiği öfke ile düşünmekteyim. Evet, bize ne Bizans artıkları, ne Roma döküntüleri ne de bu topraklarda gelip geçmiş eski devirlerin kalıntıları lâzım... Zîra hiçbiri değil, bin senedir Türk vatanı olan vatana, ancak kendi eserleri gerek..
    Durup dururken başımıza bir Efes efsanesi çıkaranlar, bu memlekete hayır mı getirdiler, şer mi, diyecek olsak, şüphe yok ki zararı, fayda ümidinden katbekat çoktur. Öyle ki, hâlâ Bizans'ı diriltmek sevdasında olan batının ekmeğine yağ süren ve buna da ilim sıfatını vermeye çalışan ahmaklar, Türk eserlerini çiğneyerek geçerlerken asırlar evvelinden kalmış tortu ve kalıntı ne varsa, zaman ve enerji kaybederek, onları su üstüne çıkarmak gayreti içinde ter dökmektedir.
     Heyhat!.. yazık bize, bizim boşa harcadığımız günlerimize, gecelerimize...



Sâmiha Ayverdi, Arkamızdan Dönen Dolaplar.

8 Şubat 2014 Cumartesi

Hâtıra Güzelliği

     Hatırlamak, acı veya tatlı, hatırlanmaya değer bir maziye sahip olmaktır. Öteden beri, dünya ölçüsünde tanınmış büyük şair ve mütefekkirlerin hatıra güzelliğine ayrı değer verdikleri görülür. Anlaşılır ki, insanların en asil duygularla yaşayanları, hatıralarını sevenlerdir. Hatta onlar, kendi ömürlerinin acı hatıralarını bile zamanla yumuşatır, buruk lezzet haline koyarlar.
     Hatıralarına değer veren asil ruhlardan derlenmiş milletler de milli mazilerine, şahsi hatıraları gibi, hatta daha üstün bir sevgiyle bağlanırlar. Büyük milletler bunun için büyük mazisi, büyük tecrübesi yani derin hatırası olan milletlerdir.
     Hatıra güzelliği, vefalı insan gönüllerinde duyulur; böyle asil gönülleri süsler.

       Kâmildir o insan ki yaşar hatıralarla

     diyen şair, insanların hatırlama kabiliyetinde olanlarını bunun için en olgun insan addeder. Büyük milletler, bunun için kendilerine zafer sahifeleri açıp aziz ülkeler kazandıran cihangirlerini unutmazlar. Büyük ruhlar, onların hatıralarına, onların ailelerine derin saygı gösterenlerdir.
     Mesela büyük ruhlu Türkler, Fatih'e ve onun çocuklarına gönüllerinde derin sevgi duyabilenlerdir; onların yaptıklarıyla iftihar edenlerdir. Yunus Emre'yi, Mimar Sinan'ı Fuzuli'yi, Sokullu'yu, Namık Kemal'i ve benzerlerini unutmamak ve bu Türk büyüklerinin şahsiyet ve hizmetlerine derin saygı, derin şükran duyguları beslemek bir fazilettir.
     Siz, gönüllerinde böyle mazilere sevgi bulundurmayan insanlardan korkunuz ve kaçınız.

     İnsanların en bozuk mayalı olanları ve en korkunçları onlardır, unutanlardır, hatırlamayanlar, mazilerinde hatırlanacak güzelliklerden, büyüklüklerden habersiz yaşayanlardır.
     Ağaçların, toprakların bile hafızası ve güzel hatıraları vardır. Tabiatta her yeni bahar, eski baharların bir güzel hatırası halinde doğarken unutmak, unutabilmek, hem maziden hem de bütün yeni bahar hamlelerinden ebediyyen mahrum olmaktır.

     Homeros, eski Yunanlıların büyük mazisini, derin ve vefalı bir sevgiyle hatırladığı, öylesine yaşayıp, tekrar yaşattığı için ''Eski Yunan'' adına milletlerarası bir asalet kazandırdı. Bugün hâlâ Yunan topraklarında yaşayan kavim, varlılığını o topraklara bırakılmış eski hatıralara borçludur.
     Firdevsi, hem de bir Türk hakimiyeti altında yaşayan İran'da, bu kavmin destanını hatırlayınca, ''Otuz yıl, çok eziyet çektim ama Acem milletini ve onun lisanını dirilttim.'' demeye hak kazandı. On sekizinci asır sonlarında başlayan ''Alman mucizesi'' bütün büyük hamlelerine, bu milletin kendi asil mazisini hatırlamasıyla başlamıştır.
     İnsan gönüllerinde sevme kabiliyeti, daha önce sevilmiş güzellerin ve güzelliklerin hatıralarıyle beslenir. Küçükken, kedisini, bebeğini, çiçeklerini ve annesini seven çocuk, büyüdükçe böyle sevmeyi fazilet haline koymuş bir gönül kazanır. Kader, insan gönlünde bazı eski sevgileri bir güzel hatıra haline koymuşsa, bu, aynı gönüllerde daha büyük ''yeni sevgiler''e asil bir hacle[gelin odası] hazırlamak içindir.
     Eski İslam sofileri, bütün dünya sevgilerini ve dünyada sevilen bütün unutulmaz sevgilileri, aşkın en büyüğü olan ''Tanrı aşkı'' için bir ''başlangıç'', bir  ''hazırlık'' sayarlardı.

     Bununla beraber, yeryüzüne ''Mevla''sını ''Leyla''sında bulmaya muvaffak olmuş ''Mecnun''lar da gelmiştir. Büyük bir insan gönlüne, kendisini, bir an unutturmayacak kadar derin sevgi veren Leyla'lara ne mutlu!..

     Şiir kültürünün şiiri anlama ve duyma yolundaki mühim yardımını bir defa da ''Hatırlatan'' şiirinin intişarında hissettim: ''Hicran, gün ortasında öten bir horoz gibi/ Seslendi pek vakitsiz..'' söyleyişinde gönüllerdeki hatıraları bile, uğursuz dünya inanışlarından kıskanan bir gönül seslenir. Bunu anlamak ve duymak için, gün ortasında vakitsiz öten horozun insan içinde uyandırdığı vehimli ürperişi bilmek, duymak, duymuş olmak lazımdır. Öylelerini gördüm ki bu mısraların bütün şîriyetini hazırlayan horoz sesini ilk anda yadırgadılar. Alışmaları ve sevmeleri için öğrenmeleri lazım geldi.

     Bana bu satırları hep ''Hatırlatan'' şiiri söyletiyor. Bu şiir:

       Mâzi yosunla örtülü bir göl ki yok dibi,
       Mevsim serin ve bahçede yaprak yığın yığın.

gibi, insanı mutlaka ''duymaya'' sevkeden, mızrap gibi birkaç fırça darbesinden sonra:

       Hicran, gün ortasında neden böyle seslenir,
       Birden hatırlatır unutan kalbe sevgiyi?
       Keskin bir özleyişle hayâl ettiren nedir,
       Bir devre varsa insanın ömründe en iyi?

mısralarıyla duygulanır. İlk anda aşkın güzel hatırasını yeniden duymakla muztarip görünen bu sitem dolu mısraların ruhunda, söylediklerinin hemen tamamıyla zıddına olarak, onları, ''hatırlama''nın o buruk saadeti gizlidir. Bunu:

       Ey sevgi anladım bu uzaktan sadâ ile,
       Ömrün yegâne lezzetidir hâtıran bile

mısralarının derin lirizminden anlarız.

     Bu konuşmamı, ''Hatırlatan''ın hatırlattığı şu büyük şiirle bitireceğim:

       Kâmildir o insan ki yaşar hâtıralarla;
       Bir başka kerem beklemez artık gelecekten;
       Her an doludur gözleri cânan ve baharla;
       Kâm aldı bilir kendini, ömründe, felekten.

       Bir kerre sevip vuslata erdiyse cihanda,
       Ömrün rüyâsına dalsın, uyusun rûh.
       Bin zevk aramak kaydına düşmekle zamanda,
       Her gün yorulup, nâfile, bin yıl yaşamış Nûh.

     Şimdi düşünüyorum: Yeryüzünde olgun ve vefâlı gönüller tarafından sevilmenin ve hatırlanmanın lezzet ve kıymetini idrâk etmiş kaç bahtiyar vardır? Hele kaç bahtiyar millet vardır ki aziz mâzisini büyük hâtıra yazarlarının kaleminde her an dipdiri bulmak saâdetine ermiştir.


Posted via Blogaway

1 Şubat 2014 Cumartesi

Türk Edebiyâtında Kadın Güzelliği

    Kadın güzelliği, zamana ve modaya göre değişen güzelliklerden midir? Yeryüzünün başka başka coğrafyalarında kadınlar başka başka güzeldir. Beyaz derililer için Habeş kadınını güzel bulmak mümkün, arzu etmek güç, sevmekse hayli garip bir duygu sayılır. Güney Asya iklimlerinin ay ışığı rengindeki güzelleri, Güney Amerika bölgelerinin iri dudaklı, kızıl derili dilberleri, kendi alemleri ve kendi erkekleri için güzel kadınlardır. Fakat aynı coğrafyada yaşayan, aynı ırktan insanların, asırlar geçtikçe, ev eşyasından mimari çizgilere kadar değişen zevkleri ve değişiklik arayan ruhları, kadın güzelliğinde ve kadın çizgilerinde de bir değişiklik özler mi?
    Eski çağlarda bir kısım erkeklerin iri yarı, güçlü kuvvetli kadınları beğendikleri anlaşılıyor. Romalı kumandan Antuan'ın uğrunda helak olduğu Mısır güzeli Kleopatra için ''doksan kiloluk bir kadındı'' diyenler vardır. Bu rivayete göre Antuan, saltanatlı bir hükümdarlığı ve enerjik bir hayatı böyle beyaz ve tombul bir kadın uğruna feda etmişti.
    Avrupa'da resim sanatına şaheserler hediye etmiş eski ressamların tablolarında ekseriya bir yuvarlak çizgiler saltanatı, bir iri ve tombul güzeller alemi görülür. Geçen asırlar resminde, erkekleri sert adaleli, keskin çizgili insanlar olarak göstermek; kadınları ise daha çok, yuvarlak ve bazen taşkın ve mübalağalı denilecek yuvarlak çizgilerle resmetmek, adeta klasik bir anlayıştı.
    Bizim ''Dede Korkut Hikayeleri''mizde eski Rum ve Ermeni dilberlerinden bahsedilirken:
    ''Kara gözlü, örme saçlı, elleri bileğinden kınalı, parmakları nigarlı, gerdanları katmerli kafir kızları'' denilir. Bu katmerli gerdan zevki, Yakın-Doğu'nun '' güzel '' anlayışında zamanımıza kadar yaşayan ''tombul kadın zevki''nden bir çizgidir.
    Yakın yıllara kadar tiyatro sahnelerinde, sinema perdelerinde aynı tombul güzeller rağbette idi. Bizim eski sahnemizde vazife alan Ermeni aktrisler de ekseriye böyle dilberlerdi.
    Yeni ve daha genel bir zevke göre ise, ideal kadın, şişman olmak şöyle dursun, adeta zayıf ve dal gibi ince bir şeydir. Narin bir vücut, kesin ve manalı yüz çizgileri, son yılların kadın güzelliğinde, yumuşak ve yuvarlak çizgilerden daha çok, daha ısrarla aranan özelliklerdir.
    Güzelliği, kadınların maddi hele manevi inceliklerinde bulmak anlayışı ise şark dünyasında esasen mevcut bir anlayıştı. Divan şairlerinin boylarını servi fidanına, yahut fıskiyeden yükselen su sütunlarına benzettikleri güzeller hep ince endamlı, bilhassa ince belli sevgililerdi. Bu güzellerin gözleri ve bakışları üzerinde ısrarla durulur; onların, uzun kirpiklerle süslenen derin gözleri, süzgün ve yan bakışları bir türlü unutulamazdı. Fuzuli'nin:

       Şehbaz bakışlu ahu gözlü
       Şirin hareketlü şehd sözlü
       Rah u revişi müdam gamze
       Baştan ayağa temam gamze


    ''İri doğan kuşu bakışlı, ceylan gözlü, şirin hareketli, tatlı sözlü; gidişi yürüyüşü sonsuz bir yan bakıştan, baştan ayağa gamzeden ibaret'' diye tasvir ettiği Leyla, eşi ancak ceylanlarda rastlanan bu derin göz güzelliğinin eşsiz numunesiydi. Hele sevilen güzelde başkalarına benzemeyen bir değişiklik aramak, onları bu değişik güzellikleriyle beğenip sevmek zevki yine Fuzuli'nin:
       Ayrukça şekl ü hoşça peyker
       Yahşice sanem güzelce dilber

mısralarında dikkate değer bir güzellik anlayışıyle ifade edilmişti. Öyle anlaşılıyor ki, bu güzeller, bakışlarındaki hakim ve gönül yaralayıcı tesirle, erkeğe maddeden çok manalarıyla nüfuz eden, duygulu, anlayışlı, bilgili fakat elde edilmesi güç varlıklariyle cazip ve önemli idiler.

    Ancak Divan şiirinin ''güzel'' anlayışı, zaman zaman kadınla erkeği birbirine karıştıran, yani hem kadına, hem erkeğe aid birleşik güzellikleri, bir tek ''güzel'' tasvirinde birleştiren bir istikamet almıştı. Böyle güzelleri ekseriya üstatların divanlarındaki klasik teşbihler, istiareler ve diğer sanatlı ifadelerle tasvir eden Divan şairlerinin bizzat sevdikleri insanları, bu tasvirlerle canlandırmak mümkün değildir. Şairlerin kendi öz sevgililerini, bu sevgililerdeki orijinal ve ''ayrukça'' güzellikleri, gözümüzün önünde kendi şahsi çizgileriyle görebilmek zevkinden, bu sebeple, mahrumuz.
    Onlar ekseriya siyah, bazen ela gözlüdürler. Halk şairlerinin doğrudan doğruya ela ve ala kelimeleriyle sıfatlandırdıkları bu gözlere Divan şairleri ''şehla'' demişlerdir. Şehla gözde hafif bir şaşılığın güzelliği de vardır. Saçları ekseriya siyah ve bellerine, topuklarına kadar uzundur. Bu saçların örülmüşleri, büklüm büklüm olanları yanında dağınık ve perişan güzellikleri de şairleri hayli üzmüş, onlara dış görünüşleri sağlam, fakat iç alemleri perişan mısralar söyletmiştir. Sonra küçük ağızlar, la'l gibi kırmızı dudaklar, ay gibi ışıklı bir yüz ve yine renkli yanaklar, ince ve uygun bir endam, salınarak yürüyüşler...
    XIV. asır, halk hikayeciliğimizin şaheseri olan Dede Korkut Kitabı'nda bir Türk beyi, kendi karısını överken:

       Evden çıkıp yürüyüşünde selvi boylum
       Topuğuna sarmaşanda kara saçlım
       Kurulu yaya benzer çatma kaşlım
       Çifte bâdem sığmıyan dar ağızlım
       Güz elmasına benzer al yanaklım


gibi mısralar söyler... Bu sade ve samimi mısralarda Divan şiirinin ''güzel'' anlayışından farklı bir taraf yoktur. Bir başka Türk beyinin sevgilisini överken kullandığı şu tabirler de yukarıdaki mısralardan farklı değildir.

       Pırıl pırıl pırıldayan ince giyimlim
       Kar üstüne kan damlamış gibi kızıl yanaklım
       Çifte badem sığmayan dar ağızlım
       Kalemciler çaldığı kara kaşlım
       Kurum gibi siyah, kırk tutam kara saçlım

    Dede Korkut hikayelerinin Türk kadınlarında özellikle aradığı bir meziyet de, onların erkekler gibi ata binen, silah kullanan hatta savaşabilen, canlı, hareketli kadınlar olmalarıdır. Hikaye kahramanları, Oğuz boyları içinde böyle kadınların iyisini bulabilmek için ne güçlüklere katlanmazlar.
    Ancak bütün bu güzel kadınların daha çok ''ince'' varlıklar olduğu, Divan şiirinin de, Dede Korkut hikayelerinin de birliştikleri noktadır. Dede Korkut hikayelerinde ''bey''ler, nasıl yanlarında, ''kırk eş, kırk yoldaş'' velhasıl kırk kahraman bulundururlarsa; han kızı, hülümdar kadını olan kadın kahramanlar da daima yanlarında ''kırk ince kız'' yahud ''kırk ince belli kız'' bulundururlardı.
    Bu servi fidanı boylar, bu kıl gibi ince beller, bu iç ürpertici ve ok gibi yaralayıcı ince bakışlar, devamlı olarak şark erkeklerinin sevdikleri güzelde -bugün olduğu gibi- bir incelik aradıklarının açık delilleridir.
    Fakat bu incelik, mutlaka bir ''ince vücut'' manasında ve yalnız maddi bir ifade midir? Öyle sanıyorum ki, şark erkekleri, vücut mimarisi her ne olursa olsun, şarkın bütün güzel kadınlarında daha çok ruh güzelliği, erkeği iç alemiyle tatmin eden bir anlayış, bir duygulu ve vefalı kadınlık aramışlardır. Bu bakımdan ''yeryüzünde çirkin kadın yoktur.'' diyen vecizeyi, zamanla haklı çıkaracak sebepler çoktur. Çünkü zeka, kültür ve ruh güzelliği en çirkin sanılan insanları bile zamanla ve kendi yapıları içinde güzel yapabilecek sihirli bir kudrete sahiptir. Bu günkü sanat, hele sinema dünyasının, aslında hiç de güzel sayılmayacak birçok ''değişik'' kadın tiplerini türlü inceliklerle güzelleştirerek topluluğun gözüne ve gönlüne ''yeni bir güzellik modeli'' diye sunmasındaki anlayış da galiba böyle bir anlayıştır.


Nihad Sami Banarlı, Edebiyat Sohbetleri, Hürriyet Gazetesi, 27 Aralık 1950, Türk Edebiyatında Kadın Güzelliği.

30 Ocak 2014 Perşembe

Kıskanmaya Dâir

    Kıskançlık, insan duygularının asillerindendir. Fakat kıskançlıkla aşağılık duygusunu karıştırmamalı. Bizden ileri olanları, sevilen, eser bırakan, iş gören, yaratan, bilen ve hizmet edenleri kıskanmak güzel değildir. Bu yüzden kahırlanmak değil, onlar gibi olmaya çalışmak doğrudur. Öylelerini sevmek, beğenmek, takdir etmek fazîletinde olmalıyız.
    Ustaların en iyileri çıraklarının, hocaların en yüceleri talebesinin kendisini geride bıraktığını görebilenlerdir. Türkiye'de böyle bir saâdet çok az ustaya, hele çok az hocaya nasib oluyor.
    Yurda, millete hizmet yolunda kimse Fâtih'i, kimse Nâmık Kemal'i kıskanmamalı, onları gölgelemeye yeltenmemelidir. Fâtih'ler, Sinan'lar, yetiştirmiş bir millet olmanın hazzını, gurûrunu duymalıyız.
    Eski Türk büyüklerinde, daha eski dünya büyüklerine karşı dikkate değer bir saygı ve anlayış görülür. Meselâ Osmanlı cihangirleri, şâirlerinin, eski Îran an'anesine uyarak, kendilerini târihin hatta efsânelerin kahramanları arasında görüp, onlara benzetmelerinden hoşlanırlardı. Osmanlı cihangirleri elbette İskender'lerden, Dârâ'lardan daha tesirli işler görmüş, daha yüce eserler bırakmışlardı. Nâmık Kemal, bir Fransız mütefekkirinin, Fâtih'le İskender'i mukayese ederek, Fâtih'in zaferlerini, hiçbir usta ve zorlu düşmanla karşılaşmamış olan, İskender'in zaferlerinden daha üstün bulduğuna dikkat eder. Gerçekten Fâtih, eşsiz zaferlerine ulaşmak için ne Kayser'ler, ne İskender'ler yenmişti. Daha İstanbul'u almadan önce:
    ''İktidârımın eriştiği mertebeye ecdâdımın emelleri bile vâsıl olamamıştı.'' diyen genç Fâtih, şâirlerinin, kendisini eski cihangirlere benzetmelerine kızmamış, böyle teşbihleri, şüphesiz anlayışla karşılamıştı.
    Tây isimi eski Arap kabilesinin reisi Hâtem, ne kadar zengin, ne kadar cömerd olursa olsun, sonunda bir kabile reisidir. Eski Îran hükümdârı Cem, şarabı ve şarap meclislerini îcat ederek güzel, zengin, zevkli, renkli ve muhteşem âlemler yaparmış. Ben, Cem'in devrini, çevresini ve imkânlarını düşünerek, diyebilirim ki, onun bütün haşmeti hatta bir Dördüncü Murad'ın debdebesi yanında hayli sönük ve iptidai olmak gerekir. Bu böyle olduğu halde şâir Nef'i, o mağrur hükümdârı ''Cem Meclisli'', '' Hâtem gibi cömert'' sözleriyle metheder ve hükümdârından iltifat görürdü.
    Çünkü büyüklük Cem'in imkânlarında değil, hâtırasında; Hâtem'in servetinde değil, fazîletindedir. Güzel hâtıra bırakmış, fazîletli insanlara, onları geçtiğimizi sandığımız zamanlarda bile, benzemekten ne diye gocunalım?
    Fakat kıskanmanın en güzeli vatanı düşmanlardan, hele sevilen kadını başkalarından kıskanmaktır. İnsanın içini ıztırapların en öldürücüsü ile, duyguların en dayanılmazıyla ve bu arada gayretlerin en fedâkar ve mûcize yaratan hamleleriyle dolduran bu ruh hâlinin ıztırâbında büyük lezzet, duyuluşunda derin asâlet vardır.
    Türk halk şâirleri, şüphesiz bu yüzden, kıskanma temi üzerinde çok ince şiirler söylemişlerdir. Gurbet ve kıskanma duyguları, şâirlerimizin temiz gönüllerini aşk duyguları kadar sık, çoşkun ve derinden okşamıştır. Bu duygu, Karacaoğlan'ın bir şiirinde:
         
             Gündüz hayâllerim, gece düşlerim
             Uyandıkça ağlamaya başlarım
             Sevdiğim, üstünde uçan kuşların
             Tutup kanatların kırmaya geldim

mısrâlarıyla terennüm edilmiştir. Sevilen güzeli uçan kuşlardan bile kıskanmak, yalnız kıskanmanın değil, sevmenin, benimsemenin de şiddetini, derinliğini ifâde eder. Âşık Ömer de bir şiirinde:
           
             Gel ey dilber kan eyleme
             Seni kandan sakınırım
             Doğan aydan, esen yelden
             Seni günden sakınırım
         
             Tabîbim hışm ile bakma
             Ben kulun odlara yakma
             Yanağına güller takma
             Seni gülden sakınırım

             Halden bilür haldaşım var
             Yoldan bilür yoldaşım var
             Bir küçücük kardaşım var
             Seni ondan sakınırım

            Der ki Ömer işte geldim
            Tâzelendi eski derdim
            Sen bir kuzu ben bir kurdum
            Seni benden sakınırım

söyleyişiyle, sevgiliyi her şeylerden kıskanmanın ince duygularını terennüm eder. Bununla berâber en büyük sevgiler, nasıl söylenilmeyenlerse, kıskanmanın da müthişi kolayca açığa vurulamayandır. Kadın gurûru gibi erkek gurûru da en çok bu duyguyu söylemekten çekinir.
    Duygu, öylesine tahammülden uzaktır ki, söylenirse, zâlim sevgili bu zaafı yakalar, kıskanmanın ıztırâbını arttıracak hareketler yapar, korkusu da müthiş zehirin dışa değil, içe dökülmesini sağlar.
    Olgun insanlarda kıskanmak böyle damla damla içilen acı zehirdir. Basit kimseler ise kıskanmanın ne zevkine, ne acısına dayanamadıkları için hemen katil olurlar. Gazetelerde her gün okuduğumuz aşk facialarının çoğu, aşkın değil, kıskanmanın ıztırabına dayanamayanların mâcerâsıdır. Hele şark erkeği, sevdiği, benimsediği kadının bütün varlığı bütün beyazlığıyla yalnız kendinin olmasını ister. Onu, vatan gibi başkalarına vermemek için çok kolay ölür.
    J. J. Rousseau, âdeta çocuk denecek yaşta sevdiği bir kız için: ''Eğer onun bana karşı davranışlarını bir başkasına da yapabileceğini sâdece hayâlimden geçirsem, bir Türk gibi, azgın bir deli gibi, bir kaplan gibi kıskanç olurdum.'' der.
    Bu, bir hakaret değil; milletimize mahsus derin ve asil bir hamiyet, bir kıskanma duygusunun şöhretini ifâde eder. Esâsen kıskanmanın asil duygu oluşu, Türk'ün fazîletleri arasında bulunmasından anlaşılır.
    Şâir Nedim, bütün şuhluğuna, bütün aldırmaz gibi görünmesine rağmen, derinden kıskanmış, bu duygunun zehirini:
           
                          Ben kimseye açılmaz idim dâmenin olsam
                          Kim görür idî sineni pîrâhenin olsam

sözleriyle ifâde etmekten kendini alamamıştır.
   
      Açılmayan etek, görülmeyen sîne... Bu, zamânımızın bilhassa yaz aylarında artık acayip bir şeydir.





Nihad Sami Banarlı, Îman ve Yaşama Üslûbu, Kıskanmaya Dair.

27 Ocak 2014 Pazartesi

Ümit Yaşar Oğuzcan'ın Hayâtı

   Önce şunu belirtmek yerinde olur '' benim hayatım '' roman değildir. Baştan başa şiirdir benim hayatım, şiirdir ve aşktır.
   Köhne dünyâyı 1926 yılında şereflendirdim. Daha doğrusu çilem 1926 yılında Tarsus'ta başladı. Babamın adı Lütfî, anamınki Güzide.
   İlk çocukluk yıllarımdan bu yana çeşitli kazalar, hastalıklar, ameliyatlar geçirdim. Üç yaşımda bacağım kırıldı, dört yaşında mangala oturdum, beş yaşımda 20 basamak taş merdivenden düştüm, yedi yaşımda başıma sandık kapağı düştü, bu arada fazla ateşli olarak geçirdiğim kızamık sonucu kekeme kaldım ( o günden beri ateşliyimdir.), 14 yaşımda apandist, 19 yaşımda böbrek (tek böbrekliyim), 30 yaşımda bademcik ameliyatları geçirdim. 22 yaşımda evlendim. Düşme, boğulma, otomobil kazası nevinden geçirdiğim ufak tefek tehlikelerden sonra 3 kere de canımdan bezdim. İntihara teşebbüs ettiğimi sanırım ki aranızda bilmeyen yoktur. Bunların sebebi sizi, bu husustaki merakınız da beni alakadar etmez tabiî.
    Geçirdiğim kazaları sayarken 22 yaşımda evlendiğimi de söylemiştim. Eşimin adı Özhan. Vedat ve Lütfi adlarında iki oğlum var. Yaşları 18 ve 15.
    Babamın memuriyeti dolayısıyla çeşitli illerde, çeşitli okullarda okudum. 1946 yılında Eskişehir Ticaret Lisesi'ni bitirdim. Aynı yıl Ankara'da Osmanlı Bankası'na girdim. Bir yılı doldurmadan ayrıldım. Adana'da İş Bankası'na girdim. İş Bankası'ndaki memurluğum 14 yılı buldu. Adana, Turgutlu, Niğde ve Ankara'da çeşitli görevlerde çalıştım. Neşriyat Müdür Muavini iken 1961 yılı başında İş Bankası'ndan ve Ankara'dan ayrıldım. ( Sonradan İş Bankası'nın Fatih ve Beyazıt şubelerine iki defa tayin edildiysem de verilen görevleri beğenmediğim için istifa ettim.) 6 ay kadar Yapı ve Kredi Bankası'nda çalıştıktan sonra adımı taşıyan bir yayınevi kurdum. 2 3 yıl yalnız kalemimle geçindim. Sonra işlerim bozuldu, uzun bir süre işsiz kaldım, hayli sıkıntı çektim. Bu arada Akbank'ın İzmir şubesine tayinim çıktı. Canım İstanbul'dan ayrılamadım. Bir yıl kadar da bir reklam şirketinde Muhasebe Müdürlüğü yaptım. Bir buçuk yıldır Akbank Umum Müdürlüğü'nde Krediler İkinci Müdürü olarak çalışıyorum. Hayatımdaki istifaların yekûnu 9'dur. Çok güzel istifa ve aşk mektupları yazdığımı hiçbir tevazuya kapılmadan söylemeliyim.
    İlk şiir denemelerime 10-11 yaşlarında başladım. O zamanki çocuksu denemelerim Eskişehir İnkılap İlkokulu'nun Yankı adındaki duvar gazetesinde çıkmıştı.
    Basında ilk şiirlerim 1940-1941 yılları arasında Faruk Şükrü Yersel'in teşvikiyle Eskişehir'de Kocatepe ve Sakarya gazetelerinde çıktı. O günden bu yana geçen 25 yıl içinde çeşitli dergi ve gazetelerde yazdım. Eserlerim bölümünde anlatacağım kitaplarım yayımlandı. Çeşitli antolojilerde şiirlerim çıktı, 5 şiir plağı doldurdum. Şiirlerimin bazıları Fransızca, İngilizce, Rusça, Bulgarca, Lehçe, Rumca ve Arapçaya çevrildi.
    Hiciv şiirlerimi 2 yıla yakın bir süredir Cumhuriyet gazetesinde yayımlıyorum.
    On yıl kadar önce bir şiir kitabımın arka kapağında hayatımı anlatırken ''Hayatımdan şairliğimi alıp çıkarsanız geriye önemli bir şey kalmaz. Öylesine tutkunum şiire.'' demiştim. Bu sözüm doğruluğunu ve tazeliğini hâlâ muhafaza ediyor.
    Bugüne kadar kesin olarak kaç bin şiir yazdığımı bilmiyorum. Fakat verimli bir şair olduğum hakkındaki yaygın bir kanıya da katılmıyorum. Duyduklarım ve yazmak istediklerimin pek azını yazabilmişimdir.
    Şiirin en güç sanat dalı olduğuna inanıyorum ve bence şiir duygu ve düşüncelerin, kelimelerle en yoğun, en mükemmel şekilde ifadesidir. Kelimeler mısraları, mısralar da şiiri meydana getirir. Ben mısralar kurarken anlam kadar, ahenge de önem veririm.
   Hayatım ve sanatım hakkında söyleyeceklerim bu kadar... Söyleyemediklerim şiirimde var. Hayatımı şiirlerime koymuş bir şairim ben. Ve şiirim hayatımdır.
         
                                                                                                       

 

                                                                                       
İstanbul, 18 Aralık, 1966
Ümit Yaşar Oğuzcan- ANILAR-DÜŞÜNCELER







Posted via Blogaway

26 Ocak 2014 Pazar

BİZİM TÜRKÜMÜZ- YAVUZ BÜLENT BAKİLER


Ben Altay dağlarından koparak geldim
Yüreğimde Türkistan'dan binbir nakış var.
Çok şükür aslım da neslim de belli.
Türküm müslümanım o dağlar kadar.

Dokuz tuğ taşıdım ben, dokuz davula vurdum.
Dokuz evliya gücüyle yürüdüm geldim.
Büyüdü benimle mübarek yurdum.
Ebed-müddet bu devleti ben kurdum.

Nevruz toylarımızda ateşler tutuşturdum.
Orhun'dan, Seyhun'dan, Ceyhun'dan geçtim.
Yol gösterdi kükreyerek bana Bozkurt'um.
Atımla hep yanyana gözelerden su içtim.
Baykal'da da çimdimben, Hazar Denizi'nde de
Toprağıma bağdaş kurup oturdum.

Ben ki Alper Tunga'ya gönül verenlerdenim.
Yurt uğruna dolu dizgin göğüs gerenlerdenim.
Sonra durgun sulara Bismillahlarla.
Kilim seccadesini serenlerdenim.
Yani hem Alplerdenim, hem Alperenlerdenim.

Ben Türkmen'im, Özbek'im, Kazak'ım, Kırgız'ım ben.
Azerbaycan Türkleriyle aynı kandanım.
Kıpçakları, Uygurları aşkla duyanlardanım
Ben ki Tatarlardan, Gagavuzlardan
Çuvaşlardan, Bozkurtlardan, Oğuazlardanım.

Kalem de tuttum çok şükür, kılıç da, gül de.
Güvercin bakışlı sıcak türküler de söyledim.
Anlayan anladı kim olduğumu.
Aman dileyeni sevdim, öfkemi yendim.
Övdü büyük peygamber İstanbul Başbuğumu
Kur'an'la da müjdelendim.

Sevsem gözbebeğim olur ne varsa
Öfkelensem öfkem dağları ezer.
Dilim bazan sularım çağlamasına
Bazan da bülbüllerin şakımasına benzer.

İşte bilge Tomyukuk, Kültikin, Bilge Kağan
Hepsi birbirinden daha mübarek
Süzme asaletimin nurdan kefili
İşte Dede Korkut, kaftanı ipek
Soyumun-sopumun bin yıllık dili

Ve Yusuf Hashacib, Mahdum Kulu, Fuzuli
Hepsi de peygamber soyunca asil
Sonra Kaşgarlı Mahmut; gönlüme düşen çemre
Ali Şir Nevai, Gaspıralı İsmail
Şiiri bir bakraç süt gibi Yunus Emre.

Cengiz Aytmatov ki, Cengiz Dağcı ki
Ayın ondördündenden sağılan huzur
Sabir Rüstemhanlı... ruh kadar eski
Ve daha binlerce nur üstüne nur.

Servetim Buhari'nin, Yusuf Hamedanî'nin
Ahmet Yesevî'nin nur servetinden
Güzelliğim, merhametim, şefkatim
Hep Şah-ı Nakşibent hazretlerinden.

Hunlardan, Göktürklerden alıp getirdim.
İpek ipliğimi altın tığımı
Mintanıma minyatürler işledim durdum
Selçuklu çinisine gönül mührümü vurdum.
Osmanlı ebrusuyla süsledim yastığımı
Mustafa Kemâllerle yeni baştan doğruldum.
Kim demiş 75 yaşıma bastığımı.
Yavuz Bülent Bakiler