22 Şubat 2014 Cumartesi
Onlardan Bize Ne?
Kızcağızın bu hevesine karşı çıkacak herhangi önleyici bir söz söylemedimse de, şaşmaktan da kendimi alamadım. Asırlara mâlolmuş bu toprakların eski sakinleri tarafından kullanılmış ev eşyaları, çanak çömlek ve ilkel sanat eserleri artıklarını bulmak için zavallı Anadolu toprakları delik deşik edilmektedir.
Bütün bu yorucu ameliyeden Türkiye'nin kazancı ne ola ki? Üç-beş sivri akıllı turistin gelerek üç-beş kuruş bırakması için mi?
Aslına bakılacak olursa, batı, Türk topraklarında Selçuklu ve Osmanlı eserlerinden çok, târihin mezarına gömülmüş olan milletlerinin izlerinin meydana çıkmasını tercih etmektedir. Gelsinler. Ama gelip geçmiş asırların köhne izlerini görmek için değil, Türk'ün dünyaca hayran olunan Selçuklu ve Osmanlı armağanlarını görmek için gelsinler. Fakat biz hâlâ aklımızı başımıza alarak, zamanın tahribatına terk ettiğimiz o müstesna Türk eserlerini teşhir edecek itinayı gösterememekteyiz.
Maalesef, toplum bilinci de devlete yardım etmektedir. Meselâ Kayseri'nin Çifte Medrese'nin kapısını taşlayarak kırmaya uğraşan çocukları görmezlikten gelen Kayserili ne büyük günah işlediğinin farkında olmuş bulunsaydı, çocuk bu cinayeti, babasından duydukları ile zâten işlemezdi.
Hele Konya'daki o eşi olmayan harikulade Selçuklu Karatay ve İnce Minareli Medrese binalarının, üstüne titrenecek o muhteşem eserlerin tahribi hakkında halkın asla titiz olamadıkları da gene, maşeri anlayışın zaafından başka neye atfedilebilir?
Almanya'dan gelen bir heyet, Karatay ve İnce Minareli Medreseleri'ni gördükten sonra hayranlıklarını açıklayarak:''İşte bunlar gençlere okumak şevki verecek örnek mekânlar!'' demişlerdi. Konyalılara gelince bunların her biri birer harabe, terk edilmiş, köhne bir binadan öte ne gibi bir değer taşımaktadır?
Bizim, parasız misafir kabul eden hanlarımız, kervansaraylarımız ve hatta darüşşifalarımızla acaba batının menfaate dayanan anlayışı arasında bir benzerlik bulmak kabil midir?
Şöyle samimiyetle düşündüm ve asla arkeolog olamayacağımı anladım. Belki de bunu, kendi eserlerimize gösterilen alakasızlığın verdiği öfke ile düşünmekteyim. Evet, bize ne Bizans artıkları, ne Roma döküntüleri ne de bu topraklarda gelip geçmiş eski devirlerin kalıntıları lâzım... Zîra hiçbiri değil, bin senedir Türk vatanı olan vatana, ancak kendi eserleri gerek..
Durup dururken başımıza bir Efes efsanesi çıkaranlar, bu memlekete hayır mı getirdiler, şer mi, diyecek olsak, şüphe yok ki zararı, fayda ümidinden katbekat çoktur. Öyle ki, hâlâ Bizans'ı diriltmek sevdasında olan batının ekmeğine yağ süren ve buna da ilim sıfatını vermeye çalışan ahmaklar, Türk eserlerini çiğneyerek geçerlerken asırlar evvelinden kalmış tortu ve kalıntı ne varsa, zaman ve enerji kaybederek, onları su üstüne çıkarmak gayreti içinde ter dökmektedir.
Heyhat!.. yazık bize, bizim boşa harcadığımız günlerimize, gecelerimize...
Sâmiha Ayverdi, Arkamızdan Dönen Dolaplar.
8 Şubat 2014 Cumartesi
Hâtıra Güzelliği
Hatırlamak, acı veya tatlı, hatırlanmaya değer bir maziye sahip olmaktır. Öteden beri, dünya ölçüsünde tanınmış büyük şair ve mütefekkirlerin hatıra güzelliğine ayrı değer verdikleri görülür. Anlaşılır ki, insanların en asil duygularla yaşayanları, hatıralarını sevenlerdir. Hatta onlar, kendi ömürlerinin acı hatıralarını bile zamanla yumuşatır, buruk lezzet haline koyarlar.
Hatıralarına değer veren asil ruhlardan derlenmiş milletler de milli mazilerine, şahsi hatıraları gibi, hatta daha üstün bir sevgiyle bağlanırlar. Büyük milletler bunun için büyük mazisi, büyük tecrübesi yani derin hatırası olan milletlerdir.
Hatıra güzelliği, vefalı insan gönüllerinde duyulur; böyle asil gönülleri süsler.
Kâmildir o insan ki yaşar hatıralarla
diyen şair, insanların hatırlama kabiliyetinde olanlarını bunun için en olgun insan addeder. Büyük milletler, bunun için kendilerine zafer sahifeleri açıp aziz ülkeler kazandıran cihangirlerini unutmazlar. Büyük ruhlar, onların hatıralarına, onların ailelerine derin saygı gösterenlerdir.
Mesela büyük ruhlu Türkler, Fatih'e ve onun çocuklarına gönüllerinde derin sevgi duyabilenlerdir; onların yaptıklarıyla iftihar edenlerdir. Yunus Emre'yi, Mimar Sinan'ı Fuzuli'yi, Sokullu'yu, Namık Kemal'i ve benzerlerini unutmamak ve bu Türk büyüklerinin şahsiyet ve hizmetlerine derin saygı, derin şükran duyguları beslemek bir fazilettir.
Siz, gönüllerinde böyle mazilere sevgi bulundurmayan insanlardan korkunuz ve kaçınız.
İnsanların en bozuk mayalı olanları ve en korkunçları onlardır, unutanlardır, hatırlamayanlar, mazilerinde hatırlanacak güzelliklerden, büyüklüklerden habersiz yaşayanlardır.
Ağaçların, toprakların bile hafızası ve güzel hatıraları vardır. Tabiatta her yeni bahar, eski baharların bir güzel hatırası halinde doğarken unutmak, unutabilmek, hem maziden hem de bütün yeni bahar hamlelerinden ebediyyen mahrum olmaktır.
Homeros, eski Yunanlıların büyük mazisini, derin ve vefalı bir sevgiyle hatırladığı, öylesine yaşayıp, tekrar yaşattığı için ''Eski Yunan'' adına milletlerarası bir asalet kazandırdı. Bugün hâlâ Yunan topraklarında yaşayan kavim, varlılığını o topraklara bırakılmış eski hatıralara borçludur.
Firdevsi, hem de bir Türk hakimiyeti altında yaşayan İran'da, bu kavmin destanını hatırlayınca, ''Otuz yıl, çok eziyet çektim ama Acem milletini ve onun lisanını dirilttim.'' demeye hak kazandı. On sekizinci asır sonlarında başlayan ''Alman mucizesi'' bütün büyük hamlelerine, bu milletin kendi asil mazisini hatırlamasıyla başlamıştır.
İnsan gönüllerinde sevme kabiliyeti, daha önce sevilmiş güzellerin ve güzelliklerin hatıralarıyle beslenir. Küçükken, kedisini, bebeğini, çiçeklerini ve annesini seven çocuk, büyüdükçe böyle sevmeyi fazilet haline koymuş bir gönül kazanır. Kader, insan gönlünde bazı eski sevgileri bir güzel hatıra haline koymuşsa, bu, aynı gönüllerde daha büyük ''yeni sevgiler''e asil bir hacle[gelin odası] hazırlamak içindir.
Eski İslam sofileri, bütün dünya sevgilerini ve dünyada sevilen bütün unutulmaz sevgilileri, aşkın en büyüğü olan ''Tanrı aşkı'' için bir ''başlangıç'', bir ''hazırlık'' sayarlardı.
Bununla beraber, yeryüzüne ''Mevla''sını ''Leyla''sında bulmaya muvaffak olmuş ''Mecnun''lar da gelmiştir. Büyük bir insan gönlüne, kendisini, bir an unutturmayacak kadar derin sevgi veren Leyla'lara ne mutlu!..
Şiir kültürünün şiiri anlama ve duyma yolundaki mühim yardımını bir defa da ''Hatırlatan'' şiirinin intişarında hissettim: ''Hicran, gün ortasında öten bir horoz gibi/ Seslendi pek vakitsiz..'' söyleyişinde gönüllerdeki hatıraları bile, uğursuz dünya inanışlarından kıskanan bir gönül seslenir. Bunu anlamak ve duymak için, gün ortasında vakitsiz öten horozun insan içinde uyandırdığı vehimli ürperişi bilmek, duymak, duymuş olmak lazımdır. Öylelerini gördüm ki bu mısraların bütün şîriyetini hazırlayan horoz sesini ilk anda yadırgadılar. Alışmaları ve sevmeleri için öğrenmeleri lazım geldi.
Bana bu satırları hep ''Hatırlatan'' şiiri söyletiyor. Bu şiir:
Mâzi yosunla örtülü bir göl ki yok dibi,
Mevsim serin ve bahçede yaprak yığın yığın.
gibi, insanı mutlaka ''duymaya'' sevkeden, mızrap gibi birkaç fırça darbesinden sonra:
Hicran, gün ortasında neden böyle seslenir,
Birden hatırlatır unutan kalbe sevgiyi?
Keskin bir özleyişle hayâl ettiren nedir,
Bir devre varsa insanın ömründe en iyi?
mısralarıyla duygulanır. İlk anda aşkın güzel hatırasını yeniden duymakla muztarip görünen bu sitem dolu mısraların ruhunda, söylediklerinin hemen tamamıyla zıddına olarak, onları, ''hatırlama''nın o buruk saadeti gizlidir. Bunu:
Ey sevgi anladım bu uzaktan sadâ ile,
Ömrün yegâne lezzetidir hâtıran bile
mısralarının derin lirizminden anlarız.
Bu konuşmamı, ''Hatırlatan''ın hatırlattığı şu büyük şiirle bitireceğim:
Kâmildir o insan ki yaşar hâtıralarla;
Bir başka kerem beklemez artık gelecekten;
Her an doludur gözleri cânan ve baharla;
Kâm aldı bilir kendini, ömründe, felekten.
Bir kerre sevip vuslata erdiyse cihanda,
Ömrün rüyâsına dalsın, uyusun rûh.
Bin zevk aramak kaydına düşmekle zamanda,
Her gün yorulup, nâfile, bin yıl yaşamış Nûh.
Şimdi düşünüyorum: Yeryüzünde olgun ve vefâlı gönüller tarafından sevilmenin ve hatırlanmanın lezzet ve kıymetini idrâk etmiş kaç bahtiyar vardır? Hele kaç bahtiyar millet vardır ki aziz mâzisini büyük hâtıra yazarlarının kaleminde her an dipdiri bulmak saâdetine ermiştir.
Posted via Blogaway
1 Şubat 2014 Cumartesi
Türk Edebiyâtında Kadın Güzelliği
Eski çağlarda bir kısım erkeklerin iri yarı, güçlü kuvvetli kadınları beğendikleri anlaşılıyor. Romalı kumandan Antuan'ın uğrunda helak olduğu Mısır güzeli Kleopatra için ''doksan kiloluk bir kadındı'' diyenler vardır. Bu rivayete göre Antuan, saltanatlı bir hükümdarlığı ve enerjik bir hayatı böyle beyaz ve tombul bir kadın uğruna feda etmişti.
Avrupa'da resim sanatına şaheserler hediye etmiş eski ressamların tablolarında ekseriya bir yuvarlak çizgiler saltanatı, bir iri ve tombul güzeller alemi görülür. Geçen asırlar resminde, erkekleri sert adaleli, keskin çizgili insanlar olarak göstermek; kadınları ise daha çok, yuvarlak ve bazen taşkın ve mübalağalı denilecek yuvarlak çizgilerle resmetmek, adeta klasik bir anlayıştı.
Bizim ''Dede Korkut Hikayeleri''mizde eski Rum ve Ermeni dilberlerinden bahsedilirken:
''Kara gözlü, örme saçlı, elleri bileğinden kınalı, parmakları nigarlı, gerdanları katmerli kafir kızları'' denilir. Bu katmerli gerdan zevki, Yakın-Doğu'nun '' güzel '' anlayışında zamanımıza kadar yaşayan ''tombul kadın zevki''nden bir çizgidir.
Yakın yıllara kadar tiyatro sahnelerinde, sinema perdelerinde aynı tombul güzeller rağbette idi. Bizim eski sahnemizde vazife alan Ermeni aktrisler de ekseriye böyle dilberlerdi.
Yeni ve daha genel bir zevke göre ise, ideal kadın, şişman olmak şöyle dursun, adeta zayıf ve dal gibi ince bir şeydir. Narin bir vücut, kesin ve manalı yüz çizgileri, son yılların kadın güzelliğinde, yumuşak ve yuvarlak çizgilerden daha çok, daha ısrarla aranan özelliklerdir.
Güzelliği, kadınların maddi hele manevi inceliklerinde bulmak anlayışı ise şark dünyasında esasen mevcut bir anlayıştı. Divan şairlerinin boylarını servi fidanına, yahut fıskiyeden yükselen su sütunlarına benzettikleri güzeller hep ince endamlı, bilhassa ince belli sevgililerdi. Bu güzellerin gözleri ve bakışları üzerinde ısrarla durulur; onların, uzun kirpiklerle süslenen derin gözleri, süzgün ve yan bakışları bir türlü unutulamazdı. Fuzuli'nin:
Şehbaz bakışlu ahu gözlü
Şirin hareketlü şehd sözlü
Rah u revişi müdam gamze
Baştan ayağa temam gamze
''İri doğan kuşu bakışlı, ceylan gözlü, şirin hareketli, tatlı sözlü; gidişi yürüyüşü sonsuz bir yan bakıştan, baştan ayağa gamzeden ibaret'' diye tasvir ettiği Leyla, eşi ancak ceylanlarda rastlanan bu derin göz güzelliğinin eşsiz numunesiydi. Hele sevilen güzelde başkalarına benzemeyen bir değişiklik aramak, onları bu değişik güzellikleriyle beğenip sevmek zevki yine Fuzuli'nin:
Ayrukça şekl ü hoşça peyker
Yahşice sanem güzelce dilber
mısralarında dikkate değer bir güzellik anlayışıyle ifade edilmişti. Öyle anlaşılıyor ki, bu güzeller, bakışlarındaki hakim ve gönül yaralayıcı tesirle, erkeğe maddeden çok manalarıyla nüfuz eden, duygulu, anlayışlı, bilgili fakat elde edilmesi güç varlıklariyle cazip ve önemli idiler.
Ancak Divan şiirinin ''güzel'' anlayışı, zaman zaman kadınla erkeği birbirine karıştıran, yani hem kadına, hem erkeğe aid birleşik güzellikleri, bir tek ''güzel'' tasvirinde birleştiren bir istikamet almıştı. Böyle güzelleri ekseriya üstatların divanlarındaki klasik teşbihler, istiareler ve diğer sanatlı ifadelerle tasvir eden Divan şairlerinin bizzat sevdikleri insanları, bu tasvirlerle canlandırmak mümkün değildir. Şairlerin kendi öz sevgililerini, bu sevgililerdeki orijinal ve ''ayrukça'' güzellikleri, gözümüzün önünde kendi şahsi çizgileriyle görebilmek zevkinden, bu sebeple, mahrumuz.
Onlar ekseriya siyah, bazen ela gözlüdürler. Halk şairlerinin doğrudan doğruya ela ve ala kelimeleriyle sıfatlandırdıkları bu gözlere Divan şairleri ''şehla'' demişlerdir. Şehla gözde hafif bir şaşılığın güzelliği de vardır. Saçları ekseriya siyah ve bellerine, topuklarına kadar uzundur. Bu saçların örülmüşleri, büklüm büklüm olanları yanında dağınık ve perişan güzellikleri de şairleri hayli üzmüş, onlara dış görünüşleri sağlam, fakat iç alemleri perişan mısralar söyletmiştir. Sonra küçük ağızlar, la'l gibi kırmızı dudaklar, ay gibi ışıklı bir yüz ve yine renkli yanaklar, ince ve uygun bir endam, salınarak yürüyüşler...
XIV. asır, halk hikayeciliğimizin şaheseri olan Dede Korkut Kitabı'nda bir Türk beyi, kendi karısını överken:
Evden çıkıp yürüyüşünde selvi boylum
Topuğuna sarmaşanda kara saçlım
Kurulu yaya benzer çatma kaşlım
Çifte bâdem sığmıyan dar ağızlım
Güz elmasına benzer al yanaklım
gibi mısralar söyler... Bu sade ve samimi mısralarda Divan şiirinin ''güzel'' anlayışından farklı bir taraf yoktur. Bir başka Türk beyinin sevgilisini överken kullandığı şu tabirler de yukarıdaki mısralardan farklı değildir.
Pırıl pırıl pırıldayan ince giyimlim
Kar üstüne kan damlamış gibi kızıl yanaklım
Çifte badem sığmayan dar ağızlım
Kalemciler çaldığı kara kaşlım
Dede Korkut hikayelerinin Türk kadınlarında özellikle aradığı bir meziyet de, onların erkekler gibi ata binen, silah kullanan hatta savaşabilen, canlı, hareketli kadınlar olmalarıdır. Hikaye kahramanları, Oğuz boyları içinde böyle kadınların iyisini bulabilmek için ne güçlüklere katlanmazlar.
Ancak bütün bu güzel kadınların daha çok ''ince'' varlıklar olduğu, Divan şiirinin de, Dede Korkut hikayelerinin de birliştikleri noktadır. Dede Korkut hikayelerinde ''bey''ler, nasıl yanlarında, ''kırk eş, kırk yoldaş'' velhasıl kırk kahraman bulundururlarsa; han kızı, hülümdar kadını olan kadın kahramanlar da daima yanlarında ''kırk ince kız'' yahud ''kırk ince belli kız'' bulundururlardı.
Bu servi fidanı boylar, bu kıl gibi ince beller, bu iç ürpertici ve ok gibi yaralayıcı ince bakışlar, devamlı olarak şark erkeklerinin sevdikleri güzelde -bugün olduğu gibi- bir incelik aradıklarının açık delilleridir.
Fakat bu incelik, mutlaka bir ''ince vücut'' manasında ve yalnız maddi bir ifade midir? Öyle sanıyorum ki, şark erkekleri, vücut mimarisi her ne olursa olsun, şarkın bütün güzel kadınlarında daha çok ruh güzelliği, erkeği iç alemiyle tatmin eden bir anlayış, bir duygulu ve vefalı kadınlık aramışlardır. Bu bakımdan ''yeryüzünde çirkin kadın yoktur.'' diyen vecizeyi, zamanla haklı çıkaracak sebepler çoktur. Çünkü zeka, kültür ve ruh güzelliği en çirkin sanılan insanları bile zamanla ve kendi yapıları içinde güzel yapabilecek sihirli bir kudrete sahiptir. Bu günkü sanat, hele sinema dünyasının, aslında hiç de güzel sayılmayacak birçok ''değişik'' kadın tiplerini türlü inceliklerle güzelleştirerek topluluğun gözüne ve gönlüne ''yeni bir güzellik modeli'' diye sunmasındaki anlayış da galiba böyle bir anlayıştır.
Nihad Sami Banarlı, Edebiyat Sohbetleri, Hürriyet Gazetesi, 27 Aralık 1950, Türk Edebiyatında Kadın Güzelliği.