Ürpertici bir yıkılış anında yaşıyoruz. Tarih, tekerrürden ibaret olmadığı için, devrimiz geçmişteki musibetlerin tekrarı gibi anlaşılmamalıdır. Bugüne kadar dünyamızda parlayıp sönen medeniyetlerin kaderi kendi ateşini parlatmak ve yine bünyesinde sönmekten ibaret olmuştu. Ancak her medeniyetin bir kısım parıltıları sonrakilere de geçmiş ve onların çehresini aydınlatmıştı. Eski Hint medeniyetinden İslam dünyasına, Mezopotamya'dan Yunan düşüncesine aktarılan unsurlar bu sonuncuları zenginleştirmiş ve şahsiyetlerinin yoğrulmasında rol oynamıştı. Yunan'dan Avrupa'ya intikal eden unsurlar ise, Rönesans'la parlayan Batı medeniyetinin temeli olmuştur. Büyük tekniğe susamış olan XX. asır, sadece evvelki medeniyetlerden ayrılmakla kalmadı; evvelki medeniyetlerin bıraktığı rûhî ve ahlâkî temelleri yıktı. Batı'nın eşiğinde ona el açarak bekleyen Doğu dilencilerinin kendi tarihleri ile vâris oldukları gelenekleri, inançları, kaideleri, nasları ve örfleri asrın seli korkunç bir hız ve hırsla sömürürcesine devirmektedir.
Aile kendi çatısı altında daha dağılmadan çürütüldü. Ana babalar, çocuklarının ahlakına istikamet vermek şöyle dursun, onların heveslerinin hizmetindedirler.. Evlâdının iç hayatını yoğurmak için en ufak emeği esirgeyen, sade onların ceplerine dolacak madde saadetlerini emel edinen aileler, kendi yavrularının katili olduklarını bilmediler. Onların kalp ve vicdan terbiyesi yerine beden hazlarına hizmet yolunda yarışanlar, Amerikan ve Alman tezgâhlarının teknik imkanlarını çıldırasıya devşirmek için atıldıkları hayat yağması sahnesinde ruhun değerlerini çiğnerlerken çocuklarına en berbat ahlak örneği verdiklerinin bile farkında olmadılar. Ömürlerini, otomobil denen bedenler sürükleyici demir kitlesini elde etmek emeliyle geçinenler, bu ruhsuz emellerini yaşattıkları çatının altında yavrularına şaki bir ruh aşısını yaptıklarından habersiz yaşıyorlar. Tövbelerle ve Allah'a yalvarışlarla dolan çatıların kalıbı çelimsiz, ruhu muhkemdi. Şimdi onların kütlesi azamet kazandı. Ancak ruhları bomboştur. Yavrusunun parlak istikbali için rüşvet, iltimas, tesir, parti kuvveti adını taşıyan her türlü şerir vasıtaları kullananlar, onlardan yarın için Hakk'a hörmet veya haya mı bekliyorlar? Yüzlerde tertemiz sevgilerle iffet mi aranıyor? Bütün hörmet duygularının öldürülmesi demek olan şımarıklık, yarınki hayat sahnesinin hakimi olacak çocukların ruhunda ibadet mi bıraktı? Hörmetsizliğin filizlendirdiği kibirle egoizmin hizmet ve hörmet duygularını yeşertmesi hiç mümkün olur mu? Çocukları dünyaya gözünü açtığı günden beri gülüşlerini bir demir kitlesinin emelleriyle karşılayan, onların bâkir ruhlarından sonsuzluğun müphem ümitlerini kazıyıp da üç boyutlu eşyanın sevgisini dolduran aileler, ruhun kanatlanması olan dua halini öldürerek içgüdülerinin terbiyesine terkettikleri yavrularından ne bekliyorlar?
Okul ise, ruhuna hayat isteyen gencin gözünde hörmetle yaklaşılan kutsal bir mihrab olmaktan çok uzak, dışındaki hayatın sefil ihtiraslarının aşılandığı yer haline geliyor. Çoğu kere birer ticarethane olan özel okulla düşman kültürlerinin aşı yeri olan yabancı okullar ve kolejler, millet bağrının doğrandığı yerlerdir. Sanki Çanakkale, Türklüğü Türk çocuklarına unutturmak için açılan yabancı okullar adına, İstiklâl Savaşı da millet kültürünü satmakla beyinler çürüten özel okulların dâvası uğrunda yapılmıştı. Bunlar tıpkı sömürge memleketlerin, millet mazisiyle ecdadı unutturan esir maarifi gibidir. Amerika ile Almanya'nın yüksek ücretle köle çalıştıran emellerine çırak hazırlıyorlar. Çocuklarını bu esir mekteplerine vermek için boğuşurcasına gayret harcayan aileler, yabancı dilde öğretim yapan okulun yabancı millet okulu olduğunu, bunların yabancı millet ruhu yetiştirdiğini düşünmüyorlar bile. Millet ve ahlak değerlerinin çirkefler içine gömüldüğü ve kirli ayaklarla durmadan çiğnendiği bu yerlerde yetişen sömürge çocuğunun yüzünde hayâ, içinde vicdan mı kalacak? Ecdadın yüzünde parlayan güneşle kalbindeki aşktan onda eser mi bulacaksınız? Ahlak duygularının başında gelen hörmet ve hicab yerde çiğnenirken mihraba nasıl yaklaşılacak? Hep birbirlerini yemek ve hemcinsinin sefaletini kendi ikbâline basamak yapmakla yaşayabilen bu acayip canlının istikbâli saadet mi olacak sanki? Hayatın her temiz ve asil davranışını ticaretle denkleştiren, en büyük emeli devlet kapısına yüklenerek elini bütçe denen cerahat çeşmesinin bol akan tarafına daldırmaktan başka bir şey olmayan bu kokmuş insan seli millet hayatına ve insanlığa neyi getirebilir?
İşlenen cinayetten aile de sorumludur. Görevini aşk ve ibadet diye yapmayı bırakıp da onun yerine iktidarı ve sözü geçerliği arayanların hepsi mesuldür. Gençliğini, bir yüksek makam sandelyesine tırmanma hırslarıyla geçiren genç nesillerin bugünkü çocukları da mesuldur. İnsan, köklerine başkalarının salacağı suyu bekleyen ağaç değildir. Pascal'ın tarif ettiği bu ''düşünen kamış'', kendi vereceği çiçeklerden yine kendisi sorumlu olan bir ağaçtır. Kendi halinin mesuliyetini yüklenmeyip de kabahatları sadece kendinden evvelkilere yükleyen ve böylelikle hafiflemek isteyenler, yaşarken ölümü kabullenen ruhlardır. Biz, ızdırabı erkekçe çekmesini bilenlere bağlanıyoruz.
Ruh yapısına irade yerine saldırtıcı intikam ve ihtiraslardan başka tohum ekilmeyen, dini bile aşka yabancı bir kin müessesesi haline getiren bu neslin geleceği kadar karanlık ve korkunç bir sahne tasavvur edilemez. Çaresi de bulunmayacak bir büyük felaket bu neslin nasibidir. her kirli şeyi temizleyen ateş gibi her zilleti, her türlü ruh sefaletini ve insanlığın bu derece alçalışını temizleyip ortadan kaldıracak kuvvet, elbette musîbettir. Bütün insanlığın görmeyen bakışlarla saldırırcasına vahşiyane yürüdüğü bu yolda kader kadar insafsız terbiyeci bulunmaz. Kendi hazırladığımız meş'um kaderimiz bizi güldürmeyecektir. Aşkımızı yeni bir hayat ile çiçeklendirerek cesaretle harekete geçmezsek kendimizin celladı olacağız. Kurtuluşun yolu, bütün hareketlerimize serpilen aşkın, isyana da konan ibadetin, son nefesimizi ebedîlik kasidesi ile besteleyecek ümidin yoludur.
Hareket, IV/43, Temmuz 1969. Kültür ve Medeniyet kitabından..